8 Mart 2016 Salı

KIRK YIL GEÇMİŞ ARADAN


14 Mart Tıp Bayramı kutlamaları için, mesleğimle ilgili bir kuruluştan kendimin seçeceği, topluma yönelik, güncelliğini koruyan bir konuda, konuşmacı olarak, davet aldım… Hem hekimliğimizin kırkıncı yılını kutlayacak, hem de mesleksel anılarımızı paylaşacaktık… Dünkü ve bu günkü hekimlik anlayışını irdeleyecektik… Çok ama çok önemliydi bu paylaşım… Değiştiğini düşünmediğimiz, kutsal görevimizi yansıtan ilkelerimiz… Okulu bitirirken okuduğumuz and, Hipokrat Andı… 


O günün koşullarında, bu mesleği seçtiğim için bir kez daha mutlu oldum… Gençlikteki doğru karar aldığım için kendimi içtenlikle kutladım bir kez daha, her zaman olduğu gibi... Geride bıraktığım yılların getirdiklerini ve götürdüklerini masaya yatırma gereğini duyarak bir an da olsa hüzünle karışık gerçek anılarıma döndüm, o günleri yeniden yaşayarak… Kuşkusuz yıllar beni eskitmişti… Ben de o yılları dolu dolu yaşamış ve eskitmiştim kendimce…

Konuşma konusunu hazırlamak için bilgisayarımın başındayım… Konuşacağım konuları düşünüyorum… Değişik ve de güncel sağlık konularında kısa bilgiler vererek başlamanın keyifli olacağı görüşü ile bir anlamda,  daldan dala atlayarak yazmaya başlıyorum… Elimde bir gazete var… Solak olan Amerika Başkanı George Bush, çiçek aşısı “ olmuş... Aşı sol omuza yapılmış… Sağlık durumu çok iyi, ağrısı sızısı yok… Öyle ki sevgili köpeğini sol elinde tutarak, kucaklayarak, zafer işareti veriyor dünyaya,  garip bir gülümseme ile…
     

O fotoğraf, konu üzerinde araştırmalar yapmış olan bir hekim olarak bana şu soruları sorduruyor; “Neden Çiçek aşısı olmuş? Çocukluğunda bu aşı ona mutlaka yapılmıştır… Omzunda aşının yapıldığını gösteren deri değişimi vardır… Çünkü o bir Amerikalı… O ülkede bu aşı zorunlu… Tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi… O da bizler gibi 1972 yılından önce doğmuş… “2002 yılında neden Çiçek hastalığı korkusu var? Neden Çiçek Aşısı olunmalı?”

 Bu soruları yanıtlamadan önce, meslek yaşamımda bu aşı ile ilgili çalışmalarımın öyküsüne kısaca değinmek isterim… Yıl 1968…Hacettepe Tıp Fakültesinden, Çocuk Hekimi Uzmanı olarak, ikinci uzmanlık eğitimim için gönderildiğim Amerika Birleşik Devletlerinin Kentucky-Lexington Tıp Fakültesi Toplum Hekimliği Departmanında, çok sayıda projenin yanı sıra, dünyadan çiçek hastalığını silip süpüren “çiçek aşısı” projesinde de görev alıyorum…

Hastalığı aşılama programı ile dünyadan yok eden Prof. Dr. Abram Benenson ile çalışıyorum… Bu benim büyük bir şans… Prof. Dr. Benenson Dünya Sağlık Örgütüne bağlı Bulaşıcı Hastalıklar Kontrol Merkezi (CDC) başkanı. Uzun yıllar hastalığın yaygın olması nedeni ile Hindistan ve Pakistan Projesinin yöneticiliğini üstlenmiş… O yıllarda Çiçek Aşısı; Rusya, İngiltere ve Amerika’da üç laboratuarda üretiliyor… Yeni bir yöntemle insanları son kez aşılayacak olan projede aktif görev alıyorum… Sorumluluk ve yetki, çok çalışarak başarılı olma hırsımı tetikliyor ve bana olağandışı bir güç kazandırıyor… Bu çalışmalarımı, ülkeme döndükten sonra da sürdürüyor ve konu ile ilgili tez çalışmam ile Çocuk Doçenti oluyorum…
        
Kırk yıllık meslek yaşamımın unutamadığım, beni bugünkü ben yapan öykümü, işte bu nedenle paylaşmak istiyorum… Benim de içinde olduğum, çok sayıda bilim insanının uzun ve yorucu çalışmaları sonucunda dünyadan ve ülkemizden çiçek hastalığı yok ediliyor… Çiçek Mikrobu, günümüzde yalnızca sözünü ettiğim üç laboratuarda saklı tutuluyor…
Hastalık insanlarda görülmediği için, tüm dünyada,  1972 yılından sonra çiçek aşısı uygulamasına son veriliyor… Afrika’da maymunlarda hala maymun çiçek hastalığı var… İnsanlara bulaşmıyor…




Uzun yıllar, tüm dünyada ve ülkemizde, çok sayıda insanın ölümüne, görme yetisini kaybetmesine neden olan, Halk Ozanımız Âşık Veysel’i kör eden bu hastalık, düzenli aşı uygulaması ile yok oluyor… İnsanlık için çok ama çok büyük bir başarı, bu… Çocukluğumuzda sol omuzdan yapılan çiçek aşısının izini taşıyoruz… 1972 yılından sonra doğanlarda bu izler yok. Şimdileri çocuklarımıza, sarılık adını verdiğimiz karaciğerimiz başta olmak üzere tüm organlarımızın görev yapmasını önleyen, bir hastalığı önlemek için,  Hepatit B aşısını doğumdan başlayarak uyguluyoruz… Bunun yanı sıra; Difteri, Boğmaca, çocuk felci, kızamık, kızamıkçık, kabakulak, verem, kolera, menenjit vb. bulaşıcı hastalıkları önlemek için gerekli tüm aşıları okul öncesinde tamamlıyoruz… Yaşam boyu tetanos aşısı uygulayarak, tüm insanları, özellikle de doğum yapan kadınlarımızı ve doğan bebeklerimizi, öldürücü olan, halkımızın Kazıklı Humma dediği Tetanos hastalığından koruyoruz... Aşı ile önüne geçilmiş, dünyada tek bir hastanın görülmediği için aşı uygulamasına son verilmiş olan Çiçek Aşısı, neden 30 yıl sonra, 2002 yılının son günlerinde, ABD Başkanının başlattığı kampanya ile tüm dünya ülkelerini ayağa kaldırıyor? ABD’de binlerce insan, var olmayan bir hastalığın, yüksek maliyetli aşısı için neden kuyruklarda bekletiliyor? Hekimce nedenini açıklamayı mesleksel andımızda verdiğim söz nedeniyle açıklamak isterim...
    
2001–2002 yıllarında günlük yaşamımızda ekmek, su, hava kadar yakın, iki sözcüklü; “Biyolojik Terör” den kaynaklanan Korku ile ilgili bütün bu davranışlar… Bu konuda bildiklerime yenilerini katmak, son yıllardaki bilgileri ulaştırmak için CDC’ nin son yayımlarına ulaştım… Çünkü son yıllarda belleğimize kazınan, Posta Canavarı Şarbon Hastalığının ardından “Biyolojik Terör “için seçilecek en tehlikeli mikrop Çiçek Hastalığı virüsü…


 11 Eylül 2000’den sonra Biyolojik ve Kimyasal Terörden iyiden iyiye korkuyor Amerikalılar… Şaşkınlar, panik içindeler... Haksız da değiller… Hangimiz korkmayız ki… Oysa Yeşil Kuşak Projesinin mimarları onlar değil mi idi? Humeyni’yi ve yandaşlarını İran’ın yönetimine onlar getirmedi mi? Ya komşumuz Afganistan olayları… Son yıllarda Ülkemiz için neden kaygılanıyoruz her yaştaki biz Cumhuriyet çocukları? Öyle çok örnek var ki bizleri kaygılandıran, sağlıksız kılan… Beden, ruh ve sosyal sağlığımız toplum olarak bozuldu, daha da bozulacak diye kaygılanıyorum, hekimce... Üç gözüyle de ufkun ötesini görebilenler/ Gerçek aydınlar da kaygılı…

Yalnızca Dünyada 3 laboratuvarda, gizlenen, öldürücü mikropların çalınabilir ve yayılabilir kaygısını taşıyoruz… ABD, Çiçek aşısı üretimini yeniden başlatarak, yeşil kuşağın saldırısının önünü kesebilecek mi? Sorunları bir çırpıda çözümleyebilecek mi? Dünya nüfusu 7 milyarı aştı… Bu kadar insanı aşılamak kolay mı? Ya maliyeti? Öyle çok mikrop var ki Biyolojik Terör aracı olarak kullanıla bilinen… Şarbon, Veba, Tifo, Kolera vb. Hepsi de toplumsal öldürücü hastalıkların etkenleri… Tüm dünya ülkelerinin önlem alma konusunda titiz çalışmaları olan hastalıklar bunlar…
       
  ABD’deki bu paniksel davranış çaresiz bir çırpınışın ötesinde tüm dünyadaki insanları korkutmak ve sindirmek için seçilmiş yöntemlerden biri gibi geliyor bana… Ülkemizde, özellikle de savaş rüzgârlarının estiği günlerde, panik yaratabilecek bu haberler nedeniyle, sağlığımızın bozulmasına göz yuma bilir miyiz, gerçek aydınlar olarak? Sanırım kendimce bir anlamda başkaldırıyorum, bütün bu yanlışlara… Evet, başkaldırmalıyız hep birlikte… Ama Kimlere… Kimlere…


* Günlük: 2002 yılı-Mesleksel Anı-Öykü

15 Aralık 2014 Pazartesi

DİŞ MACUNLARINIZ NE KADAR SAĞLIKLI?

Yaşınız kaç olursa olsun, yararlı bir bilgi, yeni bir bilgi  her zaman, her yaşta  karşınıza çıkabiliyor. Tıp Fakültesinde ders verdiğim bir esnada sahip olduğum bu bilgiyi hepinizle paylaşıyorum.


Diş Hekimliği konusunda uzman kişilerden de teyid alarak sizlere bu özel bilgiyi sunuyorum. Kullandığınız diş macunları ne kadar yararlı.. İnternet sayfasında aldığım aşağıdaki bilgi de bu öğrendiğim bilginin doğruluğunu bana ispatladı.. İşte yazı, işte resimler.


Diş Macunu Tüpünün Altındaki Çizgilerin Renk Farkı Ne Anlama Geliyor?

Diş macun tüplerinin en alt kısmındaki çizgilerdeki renk farklılıklarını hiç fark ettiniz mi? Bu renklerin anlamları var. Aslında bu renk farklılıkları hayati önem taşıyormuş.
Diş macunu alırken bunlara dikkat etmek gerekiyor. Eğer doğal bir ürün almak istiyorsanız, diş macunu tüpünün dibindeki çizgi renginin yeşil olması gerekiyor.
Bu renkler diğer kozmetik ürünleri için de geçerlidir. 

İşte renklerin anlamları:

Yeşil : Doğal Ürün
Mavi : Doğal ve tıbbi ürün karışımı ürün.
Kırmızı: Doğal ve kimyasal karışımı ürün.
Siyah: Tamamen Kimyasal Ürün

Bu haberi diğer insanlarla da paylaşarak onlarında sağlıklı olmalarında yardımcı olabilirsiniz.(alıntı)
Kaynak: (http://ulgenim.blogspot.com.tr/2013/11/dis-macunu-tupunun-altndaki-cizgilerin.html)


25 Kasım 2014 Salı

İSTANBUL'DA TARİH KOKULU BİR CADDE: İSTİKLAL CADDESİ

İstanbul, dünyanın en kalabalık onuncu kenti. Yeditepe’den seyredersiniz mavi Marmara’yı, denizin ortasında doğmuş adaları, Çanakkale’den girişi, Karadeniz çıkışı. Tarih kokar İstanbul. Uygarlığın beşiğidir. Yeşilin en yeşili, mavinin en mavisi kucaklar sizi. Yağmurdan sonra, Anadolu Hisarı'ndan doğan gökkuşağının Rumeli Hisarı'na uzanması görülmeye değer. Ama öyle bir semti vardır ki bu tarihi kentin, bir kez yerleşirse yüreğinize, kor alev bile eline su dökemez yanan ateşin. Beylerin oğulları saltanat sürmüştür bir zamanlar buralarda. Beyoğlu’na çıkmıştır adı ondan sonra. Evrensel yaşamın yitimsiz kopyasıdır buraları. Salah Birsel’in “Ah Beyoğlu vah Beyoğlu” yapıtı ne güzel anlatır buraları. Hele “Kahveler” adını verdiği kahve kokulu yapıtının tadına doyum olmaz. Haldun Taner’in “Şişhanede Yağmur Yağıyordu” yapıtın- daki Şişhane yokuşunun sonunda attığınız ilk adımda karşınıza muhteşem bir yapıt çıkar. Şimdilerde kahvehanelerin arasına serpiştirilmiş sanat evlerinin güzelliği ile büyülenirsiniz. Bir tramvay kalkar yokuşun başından. Kampanasına takılır anılarınız. Sizi İstiklal Caddesi denilen bir caddeden Taksim Meydanı'na Mustafa Kemal Atatürk ve dostlarının heykellerinin önüne taşır. O heykelin dili varmaz oralarda yaşanan olayları, 1 Mayısları, başkaldırıları anlatmaya. 

İstiklal Caddesi 1927’den önce Cadde-i Kebir olarak ün salmıştır. Olağandışı güzellikteki tarihi binalar, heykeller, kliseler, konsolosluklar, tiyatrolar, kitap- çılar, kafeler, tramvay yolculuğunuzda size eşlik ederler kampana sesleri arasında. Öylesine kalabalıktır ki İstiklal Caddesi, özgürce yürüyemezsiniz. Her yaştan, her cinsten, her milletten, her meslekten, her telden çalan insanlar yan yana, omuz omuza yürürler bu caddede, renkli, albenili yaşamın ritmine uyarak. Köşe başlarında çevreyi seyredenleri siz de merakla izlersiniz. Dağların Çocuğu Pala Şair, çiçekle süslenmiş ilginç şapkasının altında, ciddi görünümlü yüzünü kaplayan, pehlivanları kıskan- dıran pala bıyıkları, tertemiz ve çağdaş giysisinin üstünü süsleyen al bayraklı, değişik görünümlü madalyaları, kırmızı ve sarı gülleri, andız ağacından yapılmış dev tespihi ve şık çantası ile hep aynı yerde, İstiklal Caddesi'nin ortasında, şık bir vitrinin önünde durur tüm gün. Ülke dışından gelen konuklarla çektirdiği fotoğraflarla sürdürür yaşamını. Yaşamı noktalanıncaya kadar böyle geçmiştir günleri. 

İstiklal Caddesi anlatılmakla bitmeyen uzun, yorucu ama mutlu ve gururlu yaşamı ile belleklerden hiç çıkmaz. Bir gelen yine gelir, bir gören yine görmek ister. Bir gezen bitiremez geze geze. Gezilmeye değer doğrusu, yazılmaya değdiği gibi. 


Prof. Dr. Yıldız Tümerdem

DİNLE ÇOCUĞUM


DİNLE ÇOCUĞUM

Güneşi armağan ettim
Yüreğin ısınsın, yolun ışısın diye.
Dolunayı, parlayan yıldızları,
Serdim önüne, yolun aydınlansın diye.
Yağmurlar yağdırdım.
Dört mevsimde yaşam evrenine
Bilgi yağdırasın diye.
Ufkun ötesini gör istedim. 
İlkeli yaşamayı öğrenebilesin diye.
Kulak ver öğüdüme, kaybetmezsin.
Ama karar yine de senin çocuğum
Karar senin çocuğum.

Prof. Dr. Yıldız Tümerdem

24 Kasım 2014 Pazartesi

ANADOLU BİTKİLERİ

Gezdiğim yerlerden öğrendiklerim

Yıldız Tümerdem
Anadolu Bitkileri


Ankara’da büyüdüm… Çocukluğumda, hastalandığım zaman ilaç kullanılmadan önce değişik otlardan hazırlanmış çayları içmem istenirdi... Bazıları çok lezzetli, bazıları da acı gelirdi… Midemin bulandığını, kustuğumu anımsıyorum… Evimizde değişik otlar, Amerikan bezindeki torbalarda saklanırdı… 
Mutfak duvarında sıralanırdı, üstlerine mor kalemle isimleri yazılarak. Ihlamur, papatya, rezene, kantaron çiçeği, zeytin yaprağı, kuşburnu, ısırgan, defne, nane, mısır püskülü, ayva yaprağı, elma kabuğu, anason, adaçayı yaprağı ve çiçeği, sinameki yaprağı, kiraz sapı hatme çiçeği aklımda kalanlardı… Bunlara kavanozlarda saklanan karabiber, kırmızıbiber, çörek otu, kekik, keten tohumu, zencefil, karanfil vb. de eklenirdi…

 Ön baharlarda kırlardan toplanarak salata ve yemek olarak sofralarımızı donatan, ısırgan, ebe gömeci, labada, madımak vb. çok sayıda ot vardı bilinen… Mantarlar da bunların arasında yer alıyordu... Toplanan mantarlar ve otlardan yapılan yemekleri yedikten sonra hastaneye yatanları anımsıyorum… Gazetelerden, mantar yedikten sonra hastalanan hatta yaşamını yitiren insanları, özellikle de çocukları öğrendiğimde çok üzülürdüm… Otlarla yapılan yemekleri yiyemezdim, çevremdekilerin de yemelerine karşı koyardım. Hastalanmamızdan çok korkardım… O zamandan belliymiş hekim olacağım sanki… Bu gün bile, çamların altından toplanan, değişik adlardaki mantarları ve yollardan, otobanlardan, mezarlıklardan (egzoz gazı ile kirlenen, kansere davetiye çıkaran, zehirleyebilen) toplanan otları satın almam ve de kimseye de önermem…

Çok iyi anımsıyorum, kış aylarında kömür sobalarımızın üstünde, kalaylı çaydanlıklarımızda, bahçemizdeki ağaçlardan topladığımız ıhlamuru çok uzun süre kaynatılırdı… Üstüne soğuk su koydukça rengi kırmızı olurdu… Beklenen bu renkti… Tüm otlar kaynatılarak içilirdi… Çay dışında hiçbir ot demlenmezdi… Çay bile uzun süre demlenir, bittikçe çay konulur, sıcak su eklenirdi… Boğazımız ağrıdığı zaman, lapa haline getirilmiş keten tohumu bir bezle ılık bir halde, boynumuza bağlanırdı… Zeytinin ezilerek boyuna sarıldığını gördüğümde de çok şaşırmıştım… Romatizma ağrılarında eklemlere Karadeniz bölgesinden getirtilen deli bal sürülürdü… Öksürdüğümüzde hatme çiçeği, elma kabuğu, ıhlamur, karanfil, zencefil kaynatılarak içirilir, sırtımıza tentürdiyotlu şişe çekilirdi…
Böbrek taşı, idrar yaparken yanma ve ağrı olanlara, mısır püskülü, zeytin yaprağı, kiraz sapı kaynatılarak içirilirdi. Kadın hastalıklarında, ceviz yaprağı kaynatılır, içine bazı otlar konulur, ılıklaştırılan su leğene dökülürdü… Otların bulunduğu bu suya oturtulurdu kadınlar. Bazen yarım bazen bir saat… Duyduğumda çok şaşırırdım… Neden hekime gitmezlerdi de bu saçmalıkları yaparlardı… Boğaz ağrısında, zencefilli, tarçınlı salep içirilirdi… Saçı dökülenler, kaynatılmış zeytin yaprağı ile yıkardı başlarını… Defne yağı ile yağlarlardı saçlarını. Örnekler saymakla bitmez bu konuda…


Doğudan batıya güneyden kuzeye Anadolu topraklarımızı çocuk ve toplum hekimi olarak dolaştım durdum hizmet ve eğitim vermek için… Onlara öğrettiklerimden çok onlardan bilgi edindim, kitaplarda yazılmayan. Bunlar arasında bitki kullanımının yanlışları da çoktu. Onlara doğruları anlatmaya çalıştım. Onların doğrularını da defterlerime yazdım.  Bu arada, en doğru bilgiyi, Ayvalık ve yöresinden beni davet eden dostlarımdan öğrendim. Bandırma, Balıkesir yöresinde gençlere “ sigara-alkol- madde ve yanlış davranış” konferansları verirken, çok şey öğrendim yöre halkından… Bildiğimiz zeytin ve zeytinyağını kullananların sağlıklı ve uzun yaşadığını gözlerimle gördüm. Otları bilinçli kullanıyorlardı… Kaynatmıyorlardı. 10–15 dakika demleme yetiyordu sağlık için. Çayı da 15 dakika demleyerek içiyorlardı… Çiğ yeniliyordu otlar… Salata yapılıyordu…. O bilgilerime yenilerini ekledim ve paylaştım konuşmalarım sırasında, dost sofralarda. Anadolu’nun arif insanlarının bitki kültürüne hayran kaldım. Buna Orta Asyalı Türk Ata soyumun insanlarının bilgisi de eklendi bu konudaki bilgilerime. Sağlıklı kalalım, her gün yeni ve doğru bilgilerle uzun ve sağlıklı yaşamayı, genç kalmayı başarabiliriz. Denemeye değer…





DİLEK TUT

Dilek Tut


Bir dilek tut
Dostum
Yalnızca bir dilek
Seni gençlik anılarından
Alıp güne taşıyacak
Bir dilek

 Bir dilek tut dostum
Yalnızca bir dilek

Gençlik anılarını
Sevgiyle sana getirecek
Bir dilek tut
Yüreğinle, beyninle tut bir dilek
Seni de çevreni de mutlu edecek bir dilek…

Prof. Dr. Yıldız Tümerdem

                

KADININ YAZGISI DEĞİL BU

                 
   
       
        Her yıl Ulusal Bayramlarımızı, Dünya Kadınlar Günümüzü kutluyoruz… Atamızın bu evrende noktalanan yaşam gününü, 10 Kasım tarihini hiç ama hiç unutmuyoruz… Ulusal Birliğimizin üzerinde oynanan oyunlar, içinde bulunduğumuz zor koşullar karşısında çaresizliğimize kahrediyoruz... İçimizi yakıyor bütün bu  olup bitenle, yaşadıklarımız… Duygularımızı kalemimiz ile paylaşarak bir çıkış yolu arıyor, geçmişe açık bir pencereden bakarak gerçekleri, inandıklarımı kâğıtlarla paylaşıyoruz… Öyle çok ki yazmak istediklerimiz… Önümüzdeki yaşam sürecimizin  yetmeyeceğini de biliyoruz…

       New York’ ta, Amerika Birleşik Devletlerinin en kalabalık, adı her yerde anılan en büyük kentlerinden birinde, bir dünya kentindeyiz… Çok sayıda tekstil fabrikasında binlerce yoksul kadın çalışıyor bu kentte. Yoksul mahallelerde yoksullukları ile başa çıkmaya çalışan bu kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yok… Günde en az 15 saat çalışıyorlar... Çalıştıkları iş yerlerinin koşulları çok yetersiz ve de sağlıksız... Köleler gibi çalışmalarına karşın çok düşük ücret alıyorlar… Erkek işçilerin de çalışma koşulları ve ortamları kadınlardan farklı değil. Ancak kadınlara göre iki kat fazla ücret alıyorlar… Bu durum yalnızca Amerika’da, New York kentinde görülmüyor... Avrupa ülkelerinden özellikle İngiltere ve Fransa’da da kadınlar sömürülüyor benzer yöntemlerle...

      Tarih 8 Mart 1857... İnsanca yaşama hakkını almaya karar vermiş olan 40 bini aşkın dokuma işçisi kadın sözü edilen haksızlığa “dur diyebilmek, seslerini duyurabilmek için sokaklara çıktılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, evrenin var oluşundan bu yana, yaşama şansı bir anlamda elinden alınmış, değeri bilinememiş, emeğinin karşılığını alamamış hemcinsleri için başkaldırdılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, horlanmış, itilip kakılmış, yeteneğini bir türlü kanıtlayamamış, eğitimden yoksun, kimliği olmayan,  aşkına- sevgisine sahip çıkmak için haksızlığa baş kaldırmış, kumalığı kabul etmeyen kadınların hakları ve özgürlükleri adına da sokaktalar... Cinsel istismara uğramış, töre cinayetine kurban gitmiş kadınlar adına sokaktalar… Anadolu insanımızın söylediği gibi erkeklere ; “ yetti artık, inceldiği yerden kopsun, ne haliniz varsa görün” demek için sokaktalar… Yalnız kendileri için değil / geçmiş için değil / o gün için değil / gelecekteki kadınlar ve kucaklarına alıp sevemedikleri çocukları için / benzer kaderi paylaşacak olan torunları için sokaktalar... Tek sözcükle; “ zengin- fakir, genç- yaşlı, sağlıklı ve hastalıklı-engelli tüm kadınların hakkını aramak için, çocuklarının geleceği için” sokaktalar… “Eşit işe eşit ücret, iş yerlerinde, günde 8–10 saatten fazla çalışmamak, erkekle eşit haklara sahip olmak”  için sokaktalar… Eylem sırasında kadınlar dövülüyor, hırpalanıyor, yerlerde sürükleniyor… İş yerlerinde çıkan yangında pek çok kadın yanarak, dumandan boğularak yaşamlarını yitiriyorlar…
Üstüne üslük, son anda ölümden dönen kadınlar tutuklanarak ceza evine yollanıyorlar... İş yeri koşulları sağlıksız olduğu için sokaklara dökülen kadınların alın yazıları değişmiyor… Bu kez de ceza evlerinin korkunç koşullarına ister istemez katlanıyorlar… Günümüzde de böyle olmuyor mu? Kadın ya da erkek farkı gözetmeden, hakkını arayan herkes, benzer olaylarla karşı karşıya gelmiyor mu?

        Amerika Birleşik Devletlerinde, genç bir çocuk hekimi olarak, ikinci uzmanlık eğitimimi( toplum Hekimliği) aldığım Kentucky-Lexington üniversitesinde, kız öğrencilerini polis, hem de üniversitenin bahçesinde saçlarından tutarak yerlerde sürüklemişti… Öğrencilerin direnişlerinin tek nedeni, sınav tarihinin değişmesi ile ilgili idi... Masum bir eyleme katılmışlardı öğrenciler ve de haklıydılar haklarını arama konusunda… O günlerde, çok şaşırmıştım bu görüntü karşısında. Bu gün olsa hiç şaşırmaz, doğal karşılardım demokratik olmayan bu davranışı… Uygar Demokratik Çağdaş Amerika Yönetiminin maskesiz-gerçek yüzünü görebiliyorum şimdiki ben olarak, üçüncü gözümle de…

         New York, 8 Mart 1908… 51 yıl sonra, işçi kadınlar değişmeyen iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra, oy kullanma, seçme ve de seçilme hakkı için eylem yapıyorlar... Yalnızca zengin erkeklere tanınan bu haklardan, eşit olarak herkesin yararlanmasının gerekliliğini savunuyorlar… Diğer bir deyişle kadınlar, yönetime katılma, yöneteni seçme hakkı için sokaktalar… İşçi kadınları sokağa döken haksızlıklar anlatılmakla, yazılmakla bitmiyor… Taş plaklardan, Safiye Ayla’nın sesinden dinlediğim, Türk musikisinin beğenilen bir şarkısının sözlerini anımsıyorum; “ Söylemek istesem gönüldekini dilime dolanan ıstırap olur /  yazsaydım derdimin ben bir tekini / ciltlere sığmayan bir kitap olur.” Duygularımız ciltlere sığmayan kitap yazdırıyorsa, yıllardır biz kadınlara yapılan haksızlıkları nerelere sığdırabilirdik acaba? Kanımca, gizemini çözemediğimiz göklere bile sığmayacak boyutlarda idi kadınlarımızın sorunları… O günün koşullarında, haklı olduğu kabul edilen başkaldırı, bugün için de geçerliliğini koruyor… Aslında, değişen çok bir şey yok ne evrende ne de ülkemizde… Kadınlar hala sömürülüyor, tecavüze uğruyorlar… Erkekler aklanıyor, kadınlar suçlanıyor, öldürülüyor… Bedenlerinde ve kucaklarında taşıdıkları bebeleri ile birlikte yok ediliyorlar… Evet, satılıyorlar, töre ve aşk cinayetlerine kurban gidiyorlar, emeklerinin karşılığını asla alamıyorlar… Sırtından sopa, karınlarından bebe eksik olmuyor... Üstlerine kuma getiriliyor, duygularına ihanet ediliyor. Ulusal dillerini öğrenemiyorlar okuyup yazamıyorlar… Mesleklerini, işlerini, eşlerini kendileri seçemiyor… Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün, Atamızın Bırakıtı(emaneti), Türkiye Cumhuriyeti Yasalarının onlara verdiği haklardan ve özgürlüklerden göz göre, göre yararlanamıyorlar... Erkeğe köle ediliyorlar bir anlamda… 10 yaşında, ufacık bir çocukken bile satılıyorlar babaları, dedeleri yaşındakilere…
         Kaçıyorlar kabullenemedikleri yaşamlarından, bir bilinmeyene koşuyorlar, koşuyorlar… Taşı toprağı altın olan büyük kentlere sığınıyorlar… Oralarda istemeseler, direnseler bile, bedenlerini satarak, içki ve maddelerle tanışarak, yaşamaya mahkûm ediliyorlar… Bırakın kimliklerine sahip çıkmalarını, bedenleri bile tutsak oluyor yanlış düşüncelere, davranışlara ve yaşamlara… Bir bakıyorsunuz, saçlarının bir telinin bile görülmesine izin verilmiyor… Güneşi göremiyor burka ile örtülü masum bakışlı rengi belirsiz gözleri… Gülmeyi öğrenemiyor dudaklar, sevgiye kucak açamıyor kollar… Yürek bumburuşuk duygularla donatılmış… Yaşamın ne anlamı ne değeri yok onlar için... Bazen kalın bir ipin ucunda, bazen coşkun akan bir ırmağın buz gibi soğuk sularında, bazen bir helâ köşesinde dindirmeye çalışıyorlar acılarını, bir bilinmeyene doğru çıktıkları erken ve çok zor bir yolculu yeğliyorlar... “Öldü de kurtuldu” diyor yakınları nedenini bilmedikleri bu yok oluş için… Onları, dokuz ay karnında taşımış, sütüyle beslemiş, hasta olduğunda başında beklemiş anaları bile sarılıyor o uğursuz sözcüklere... Ağıtlar yakılıyor, dinlere özgü törenler yapılıyor, törelere özgü gömütler hazırlanıyor... Yaşama doyamamış gövdesi yakılıyor, külleri dağ yamaçlarına, sulara serpiliyor, toprağın görünen yüzüne hece tahtası dikiliyor, yeşile boyalı, al lale işlenmiş… Bu bir kaçış aslında, dünya insanının kendinden bilinçsizce kaçışı bu…Vicdanları susuz, sabunsuz temizleme yöntemi bir anlamda. Dünyanın her yerinde bu böyle denilerek noktalanıyor olup bitenler…     

         Yıl 1910… Danimarka-Kopenhag’da, “Uluslararası Kadın Konferansı toplantısında, tüm dünya kadınlarını ilgilendiren, çok ama çok önemli bir karar alınıyor…8 Mart ; “Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul ediliyor…  Amerika Birleşik Devletlerinde, 1857 yılında,  bir grup kadının ölümüne baş kaldırışının üstünden 53 yıl geçmiş ve biz yeni uyanıyoruz… Bunu izleyen yıllarda kadınların hakları ve özgürlükleri ile ilgili çok sayıda toplantı yapılıyor, kararlar alınıyor. Sonra; “ neler oluyor, neler değişiyor?” soruları geliyor yeni bir yüz yılda da akıllara… Yeni bir yüz yılda, teknolojinin alıp başını gittiği bir yüzyılda yalnızca bir avuç kadın haklarını ve özgürlüklerini koruyabiliyor… Yine bir avuç kadın, güçlüklere göğüs gererek, çağdaş eğitim alabiliyor ve doruklara çıkabiliyor, kırmızı erk koltuklarına oturabiliyor… Çevresindekilerle ilişkilerini dengeli bir biçimde koruyabildikleri ve yanlış yapmadıkları sürece de dorukta kalmayı başarabiliyorlar. Hepsi bu kadar işte, yalnızca bir avuç kadın… Dünyada da böyle Ülkemizde de böyle. Oysa dünya’da yaklaşık üç milyar kadın, Türkiye’de yaklaşık beş milyon kadın değişmeyen alın yazıları ile yazık ki varlıklarını sürdüremeden yoklukları ile baş başa zorlu bir yaşamın savaşını vermeyi sürdürüyorlar…

         Yaşanılan Evrende, kadınların 1857 yılında,  Amerika’ da, kayıtlara geçen ilk başkaldırısından Yüz elli yedi yıl sonra, kadınlara değer vermeyen suçlulara sesleniyorum; “Suçlu kalk ayağa” diyerek…  Sesimin, kendimden başlayarak evrendeki tüm insanların duymasını istiyorum… Güneşli, ay-yıldızlı, mavi beyaz bulutlarla kaplı göklerde çınlamasını istiyorum… Yazık ki; ayağa kalkma cesaretini gösterebilen hiç kimseyi ama hiç kimseyi göremiyorum… Ben bile kalkamıyorum… Mustafa Kemal Atatürk’ün / Atamızın, ülkemizin kadınları için söylediği, unutulmaz sözlerini anımsıyorum…
Kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip, sıcak demeyip /Cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, o ilahi kadınlarımız olmuştur. Onun için hepsini / büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, analarımızı, şükran ve minnetle ebediyen taziz takdis edelim.”                                                                                                   

İçim acıyor… Utanıyorum… Çok ama çok utanıyorum… Göz pınarlarımdaki yaşları içime akıtarak ağlıyor, ağlıyorum… 

4 Eylül 2014 Perşembe

ANADOLU'DA HALK HEKİMLİĞİ


Yıldız Tümerdem
Anadolu’da Halk Hekimliği



Babamın görevi nedeniyle(subaydı) Diyarbakır- Mardin Kapı’da, Onur duyduğumuz şairimiz, Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğup büyüdüğü evin (şimdi müze) bitişiğindeki evde doğmuşum. Yaşamımın ilk yılı İstanbul’da geçmiş. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım da Başkentimiz Ankara’nın Hamam önü-Hacettepe semtinde geçti. Sonraları Hacettepe Tıp Fakültesinde, Çocuk Hekimi olarak görev yaptım. Akademik Yaşamım orada başladı. Hekim olan eşimi orada tanıdım. Hekim olan ilk kızım da Hacettepe’de doğdu. Hekim olan ikinci kızım da annesi gibi, Hacettepe’de, akademik yaşamına ilk adımını attı “Beni bu günlere getiren dingin yaşamımın temeli Hacettepe’de atıldı” dersem yalan olmaz…

İlkokullu yıllarımızda, hastalandığımızda, biz çocuklara, ilaç kullanılmadan önce değişik otlardan hazırlanmış çaylar içirilirdi. Bazıları lezzetli, bazıları da acı ve içilmeyecek kadar lezzetsiz olurdu. Bize zorla içirildiğinde, midemizin bulandığını, kustuğumuzu, karnımızın ağrıdığını, ishal olduğumuzu anımsıyorum. Mutfaklarımızın duvarındaki çivilere, içlerine kuru otlar konulan Amerikan bezi torbalar asılırdı. Aklımda kalan bitkiler; ıhlamur, papatya, rezene, kantaron çiçeği, zeytin yaprağı, kuşburnu, ısırgan, defne, nane, mısır püskülü, ayva yaprağı, elma kabuğu, anason, adaçayı yaprağı ve çiçeği, sinameki yaprağı, kiraz sapı, hatme çiçeği… Kavanozlarda saklanan karabiber, kırmızıbiber, çörek otu, kekik, keten tohumu, zencefil, karanfil vb. de, oldukça sık, kullanılırdı. Ön baharlarda kırlardan toplanarak salata ya da yemek olarak sofralarımızı donatan, ısırgan otu, ebe gömeci, labada, kuzukulağı, madımak, vb. çok sayıda ot vardı. Renkli olmayan, beyazımsı mantarlar da bunların arasında yer alıyordu. Otlardan yapılan yemekleri yedikten sonra, kusarak, ishal olarak hastaneye yatanları anımsıyorum. Ulus gazetesinden mantar yedikten sonra ölen çocukları öğrendikten sonra evimizde mantar yemeği pişmedi. Hiçbir yerde, doğal ortamdan toplanan mantarları yemez olduk. Hala da öyle. Mantarlar gibi, diğer otlardan yapılan yemekleri yiyemezdik. Hastalanıp ölmekten korkardık…

Çok iyi anımsıyorum o günlerimi. Hiç ama hiç unutmadım. Unutmak olası mı? Öylesine renkliydi ki. Yaşamımız tiyatro oyunu gibiydi. Kömür sobalarımızın üstünde, kalaylı bakır çaydanlıklarımızda ıhlamur yaprakları, çiçekleriyle birlikte en az 10-15 dakika kaynatılırdı. Kaynadıkça üstüne soğuk su konurdu. Rengi kırmızı olana kadar kaynatılırdı. Koyu kırmızı olması beklenirdi, nedense. Yalnız ıhlamur değil, tüm otlar kaynatılarak içilirdi. Çay dışında hiçbir ot demlenmezdi. Çay bile uzun süre demlenir, bittikçe çay konulur, sıcak su eklenirdi…

Boğazımız ağrıdığı zaman, kaynatılarak lapa haline getirilmiş keten tohumu, renkli pazen, beyaz patiska ya da Amerikan bezine sürülerek, ılık bir halde, boynumuza bağlanırdı. Boynumuzdaki bezlerle yatar, kalkardık. Okula bile bezlerle giderdik. Öğretmenlerimiz de bilirdi bu tedavi yöntemini.  Zeytinin ezilerek arkadaşlarımızın boynuna bezlerle sarıldığını, siyah önlüklerin beyaz yakalarından zeytinin yağının aktığını gördüğümde kahkahalarla gülerdim. Ağrıyan, şişen eklemlere Karadeniz bölgesinden getirtilen “deli bal” sürülürdü. Öksürdüğümüzde hatme çiçeği, elma kabuğu, ıhlamur, karanfil, zencefil kaynatılarak içirilir, sırtımıza tentürdiyotlu şişeler çekilirdi. Böbrek taşı, idrar yaparken yanma ve ağrı olanlara, mısır püskülü, zeytin yaprağı, kiraz sapı kaynatılarak içirilirdi. Çocuk doğuramayan kadınları kısırlıktan kurtarmak için,  ceviz yaprakları ile bazı otlar karıştırılır, kaynatılır, Kalaylı bakır leğene konurdu.  Çocuğu olamayan ya da kadın hastalıkları olan kadınlar, o leğene oturtulurdu. Sıcak olan su nedeniyle, organları yanan kadınlar bile olurdu…

 Boğaz ağrısında, zencefilli, tarçınlı salep içirilirdi. Saçı dökülenler, kaynatılmış zeytin yaprağı ile yıkalardı başlarını. Defne yağı ile yağlarlardı saçlarını. Saçkıranları olanların başına dövülmüş sabit sarımsak sürülürdü. Okulda sarımsak kokarlardı. Kabakulak olanları, mahallemizdeki hoca efendiye götürürlerdi. Anlayamadığım şeyler mırıldanarak, yüzümüze üfürerek, ağzımıza tükürerek, sabit kalemle yanaklarımıza yazı yazarak bizi eve gönderirdi. 40 gün yıkanmamamızı önerirdi. Ter kokardık ama korkumuzdan yıkanamazdık. Banyo olmadığı için odalarımızda, yüklük dediğimiz eşyaların konulduğu dolaplara benzeyen hamamlarda ya da kalaylanmış bakır leğenlerde yıkanılırdı. Şampuan yoktu, doğal sabunlarla yıkanır, evde örülmüş liflerle ya da su kabağının lifleri ile keselenirdik…

Bu ve benzer sağlıkla ilgili konularda yapılan o kadar çok yanlış örnek vardı ki. Hekim olarak, o günleri anımsadıkça, komşularımızın, ailelerimizin yaptığı yanlışlara buruk bir acı ile içim yanarak anımsıyorum. Kim bilir kaç kişinin canı yanmıştır bu yanlış davranışlar nedeniyle? Yaşamları erkenden, toprak altında noktalanmıştır.   

Doğudan batıya, güneyden kuzeye Anadolu topraklarımızı çocuk ve halk sağlığı hekimi olarak dolaştım durdum hizmet ve eğitim vermek için. Öğrettiklerimin yanı sıra, bilimsel kitaplarda bile yazılmayan, ilginç yöntemler öğrendim. Bunlar arasında bitki kullanımı da vardı. Kullanımlarda yanlışları çoktu. Doğruları anlatmaya çalıştım. Doğru olan yöntemlerle ilgili bilgileri de not aldım.  Bu arada, en doğru bilgiyi, Ayvalık ve yöresinden beni davet eden öğretmen dostlardan öğrendim. Bandırma, Balıkesir yöresinde gençlere “sigara-alkol-madde kullanımının riskleri” konusunda konuşmalarımı yaparken de, çok şey öğrendim yöre halkından. Bildiğimiz zeytin ve zeytinyağını kullananların sağlıklı ve uzun yaşadığını gözlerimle gördüm. Zeytin yaprakları ile saçlarını durulayan kadınlarımızın saçları pırıl pırıldı. Kullanılmasında sakınca olmayan otları da doğru-bilinçli kullanıyorlardı. Kaynatmıyorlardı. 10-15 dakika demleme yetiyordu. Çayı da 15 dakika demleyerek içiyorlardı. Çiğ yeniliyordu doğru seçilmiş otlar. Salataya katıyorlar ya da öyle yiyorlardı. Otlar gibi, ağaçtan elleriyle topladıkları meyveleri bile iyice yıkamadan yemiyorlardı.  Bilgilerime yenilerini ekledim o toplantılarda. Mesleksel konuşmalarım sırasında ve dost sofralarda, örnekler vererek paylaştım edindiğim bilgileri. Hala da paylaşıyorum. Anadolu’nun arif insanlarının bitki kültürüne hayran kalmışımdır. Bilgime, Orta Asyalı Türk Ata soyumun insanlarının bilgisi de eklendi, o ülkelere bilimsel toplantılara gittiğim zamanlarda. Pek çok yararlı ilaçlarımızın doğru seçilmiş bitki kaynaklı olduğu yadsınamaz. Bu konuda bilimsel çalışmalar artarak sürmektedir…

Bitkileri kaynatarak kullanmanın yanlış, demleyerek kullanmanın doğru olduğunu öğrendikten sonra, hekim olan eşimin hayretle beni izlemesine karşın, ender de olsa, yararlı otları, eczacılık alanında“Bitki Tedavi Bilim Dalı (Fitoterapi) kurmuş olan, konunun uzmanlarından da onay alarak kullanmaya başladım. Aşırıya kaçmadan, gerektiği zaman kullanmayı sürdürüyorum. Umarım, çocukluğumdaki anılardan yola çıkarak, mesleksel bilgilerimizle, bilimsel anlamda,  toplumla paylaştığımız doğru bilgilerin ışığında, yanlışımızı düzeltme şansını yakalarız. Takvim yaşımız kaç olursa olsun, gerçek yaşımızın kanatları altında, sağlıklı yaşayalım, her gün yeni ve doğru bilgilerle sağlıklı kalmayı başarabilelim. Yeter ki isteyelim, yeter ki karar verelim. Doğruları çevremizle paylaşmaktan mutlu olalım…




20 Ağustos 2014 Çarşamba

Bir Takvim Bir Yaşam

Saatli Maarif Kitaphanesinin, Saatli Maarif Takvimini yıllardır bizlere sunan değerli dostlarım Sayın Muhsin Geylani ve Sayın Aydın Geylani ve de oğulları sevgili Ahmet'e  armağanım olsun.




Takvim yapraklarına yazılmış anılar 

 Yaşanılanlar kadar güzeldi yaşanılmayanlar

İnsanı yücelten sevgi

Uzaklara savrulmuş mutsuz düşünceler 

 Dingin yalnızlıkta gizlenmiş yitimsiz mutluluk

Takvim yapraklarında hep o tarih, değişmeyen

Anılar yaşanılmasa bile güzeldi, yaşanılanlar kadar.

 Evrenin oluşumundaki gizem, hayallerimize yerleşmişti çocukluk günlerimizde. Başkent’te,  tarih kokan, iki katlı ahşap bir evde, yağmurlu günlerde bulutları seyrederdik, tahta panjurlu pencerelerimizden. Nasıl oluyordu da beyaz bulutlar kapkara oluveriyordu bir anda? Gökyüzünde, bir anda oluşuveren o gürültülü, korkutucu ses ve ışıklı değişimin anlamını bilen var mıydı? Yağmurlardan sonra güneşin ışıkları ile yeşeren topraklarda, bembeyaz papatyaların yanında süzülen mor menekşeler, ballıbabalar, çatımıza yuvalanmış, aceleci kırlangıçlar, bahçemizdeki kargalar, guguk kuşları, karşı bacaya yerleşen leylekler, baharda komşumuz Veli Dayı’nın ahırından sokağa fırlayan kuzular, karşı parktaki çam ağacına oğul yapan arılar. Bütün bunlar nasıl oluyordu? Çocuk beynimiz, kendimize sorduğumuz bu sorulara yanıt bulamıyor, çocuk yüreğimiz korkuyla karışık bir heyecanla titriyordu. Bir güç vardı besbelli. O gücü gören olmuş muydu acaba? Karlı günlerde de benzer düşüncelerle kıvranır dururduk. Fırtınada ağaçların devrilmesi içimizi acıtırdı. Ağaçlar için gözyaşı dökerdik. Baharlarda açılan çiçeklerle doğardık yeniden.

Saatli Maarif Takvimi asılıydı oturma odalarımızın duvarlarında. Her sabah ilk işimiz takvim yapraklarını evire çevire okumak olurdu. O güne kadar bilmediğimiz pek çok şey yazılıydı bu takvimin arkalı önlü yapraklarında. Evrenin değişimi işlenmişti sanki oya gibi her sayfaya. Okurken içimizdeki korku dağılır, sorularımız yanıt bulurdu bir anda. Takvim yaprakları, okulumuzun yakınındaki Halk Evi kütüphanesindeki ansiklopediler, Hasan Ali Yücel’in hazırlattığı dünya klasikleri ve Türk yazarların eserleri kadar bilgi vericiydi bizler için.  Diğer bir söylemle Duvar Kütüphanesi idi bizler için.

Okuyarak büyüdük, bütün bu çağdaş bilgilerle donanmış yapıtları. Şimdiler de bile hala yeni şeyler öğreniyoruz, kitaplardan olduğu kadar takvim yapraklarından da. Biz eskidik, kitapların sayfaları ve takvim yapraklar eskimedi. Eskimeyen gerçek dostluklar gibi. Halk evleri artık yok ama değerli kitaplara ulaşmanın çok değişik yolları var. Bunun yanı sıra, her yıl hala duvarlarımızı süslüyor o takvim, bizi yalnız bırakmıyor yeniden, yenicesine. İyi ki varsın Saatli Maarif Takvimi. İyi ki ışıklandırıyorsun evlerimizi. Hep bizimle kal, hep böyle kal, ışık saç insanlarımıza, aydınlat evrenimizi. Seviyoruz seni, yitimsiz, bitimsiz.

Kırmızı kaplı günlüğümden- 04 Mayıs 1983- Kuzguncuk Vapuru

4 Ağustos 2014 Pazartesi

KEYFİMİ BOZAMAZLAR

Akşamın Getirisi Duygular


    Keyfim yerinde bugün sen bile bozamazsın
                                          Denizler doludizgin dalgalar sanki çılgın
    Dağlarda fırtına var toprak rüzgâra kızgın

     Keyfim yerinde bugün sen bile bozamazsın
                                          Küflenmiş duygularla taş fırlatsan başıma
                                          Çalı çırpı yakarak kibrit çaksan aşkıma
        Tuzak kursan kapanla zehir serpsen yoluma
      Keyfim yerinde bugün sen bile bozamazsın
Uğraşma hiç boşuna canımı sıkamazsın
                                           Keyfimi bozamazsın…

                                           Keyfim yerinde bugün sen bile bozamazsın
                                           Kadehimde şarabım ıstakoz ağız tadım
                                           Hüzünlü şarkılarda eskimeyen tek aşkım…

Tarih on dört nisan… Bir toplantı için Rodos adasındayım… Paskalya kutlamasının da aynı tarihte olması benim için büyük şans… Yaşamı yakalamış bir hekim olarak, her zaman olduğu gibi bu kez de; kısa günün keyfini çıkarmamam olası değil… Evet, mesleksel çalışma ve yaşamla sarmaş dolaşmışlığın tadını çıkarıyorum bu kez de. Yeni bir ortam ve ben. Daha ne isteyebilirim ki. Yanı başımdan hiç ayrılmayan kurşun kalemim, kalem açacağım, silgim ve çizgili defterim iş başında… Öylesine keyifliyim ki, çevremde görmek istediğim kim / ne varsa tümüne bir kibrit çakıyorum, yok oluyorlar o anda…

Başlıyorum yazmaya… Hem yaşıyor hem yazıyorum… O gece, başka gecelerden farklı. Anadolu mitolojik şarap tanrısı Baküs için kadeh kaldırıyorum… Şerefe… Şerefe kaldırdığım her kadehte aşk ve sevgi, doludizgin… Hüzünlü Şarkılarda eskimeyen tek aşkım…

Yitimsiz hayallerim yanı başımda… Çizgili defterim, kurşun kalemim gibi beni yalnız bırakmıyorlar…  Hala güzeller ve de canlılar… Gençlikte hemen her gün kendimle dost olduğum, her anımda gerçekleşmesini istediğim kutsal düşlerim, buz gibi kırmızı şarap dolu olduğunu imgelediğim bir kadehten gülümsüyor bana ve başardığım her şey için kutluyorlar sessizce… Kanat çırpan kuşlara benzer özgür duygularla dopdoluyum… Mutluyum… Hem de ne biçim…

Mavinin göz kamaştırdığı denizin dalgaları büyüleyici… Öylesine coşkulu ve deli dolu ki dalgalar… 

Yitimsiz sevdalarımın doludizgin yaşandığını anlatıyorlar sanki… 

Kıyıda durmuş onları seyrediyorum; 

“dalgalar ne sormak istiyorsunuz / sevdiğimi yıllardır görmüyorum ki / martılar nereden uçup geldiniz / yaban ellerden mi bilmiyorum ki?

dizeleri dökülüyor kalemimden çizgili defterime… 

Yunanca ile karışık Türkçe şarkılar dinliyorum, büyüleyici seslere eşlik eden gitarın tellerinde… 

Hüzün var, özlem var şarkılarda… 

Ya da bana öyle geliyor… 

Yarım kalan aşkları tamamlarcasına coşkulu tüm şarkılar…

  
Tüm kötülükleri alıp götürüyor çılgın esen rüzgârlar, bir bilinmeyene… Oraları, sevdiklerimle birlikte yaşamayı istemediğim yerler… Dalgalarla kucaklaşan sen ve ben, gizemli bir aşkın güzelliğini sessizce yaşadığımız günleri yeniden yaşıyoruz kimseye görünmeden… “Sen kim miydin benim için?” Sanırım hep beklediğim, düşlediğim, gerçeğimle karşılaşmasını istemediğim bir İDOL… Ne zehir, ne tuzak, ne küflenmiş duygular keyfimi kaçıramıyor o gün de…

Küflü duyguların yaşamımda yeri hiç olmadı ki… Yaşamımı dingin kılmayı becerebildiğim sürece sanırım çevremde ışıksız insanlar soluyamayacaklar… Işıksız insanlara hep acımışımdır… Küçülmüşlüklerinde bile yapaylık vardır… Karşılaşmak istememişimdir yaşam boyu… Yerlerde sürünen solucanlar bile benim için daha değerli… Çünkü işe yarıyorlar, çevrelerine zarar vermeden toprakta ürüyorlar ve sevdiğim kuşları besliyorlar, sürülmüş topraklardan yeryüzüne çıkarken bile saygılılar…

Unutmak istesem sevdalarımı / yüreğim isyan eder hissizliğime
Unutmak istesem anılarımı / yıllarım isyan eder nankörlüğüme /Unutmak istesem varoluşumu / yaşamım isyan eder ölümsüzlüğe…

Her zaman gerçek insanları sevmişim ve koşulları nasıl olursa olsun, saygı duymuşumdur onlara… Yapay olmayanları, iç dünyalarının aydınlığı yüzlerine vuranları, çevrelerine kör kandilin geçici ve de kör ışığı yerine güneşin sönmeyen ışığını saçan, umarlı, duyarlı, ilkeli, sevgi dolu, saygılı, paraya ve kırmızı koltuğa tapmayan, erdemli mürekkep yalayarak bir okulu bitirmemişleri, doğru bilgilerle donanmışları, bilgilerini karşılık beklemeden çevresi ile paylaşanları ve de çıkarcı olmayanları sevmişimdir ve her zaman saygı duymuşumdur özgün yaşamlarına… Toprakla tanışıncaya kadar değişmeyecek bu… Belki de toprağın öteki yanında da sürüp gidecek… Dilerim…


İşte bu nedenle varoluşumdaki o inanılmaz ilahi gücün ışığının hiç bitmemesini diliyorum yaşadığım, bildiğim evrenimde,  her zaman, her yerde ve de  her koşulda... 

24 Temmuz 2014 Perşembe

Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Dili

Ana- Ata Toprak Dilimiz

Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Dili

Yıldız Tümerdem

Türkçe Okuyabilmek-Yazabilmek-Konuşabilmek…“Kutsal ve vazgeçilmez üçlü” diyorum bu birlikteliğe. Dünde olduğu gibi, bu günde bu birlikteliğin ışığında çağdaş bilgilerle donanma özgürlüğümüzü, bu özgürlüğü bize armağan eden Büyük İnsan’ın topraklarımızda filizlenmesini, kökleri ile evrene yayılarak benzeri görülmemiş bir ulu çınara dönüşmesini, Büyük Gücün değerli bir armağanı olarak yorumluyor ve kabul ediyorum…

Anadolu topraklarında, Tek Bayrak altında yaşayan Türk Ulusunun her öğesi; doğmamış bebekten doksanlı yaşlara kadar kadın-erkek her bireyi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün İlke-Devrimlerinin ışığında oluşturulan, tüm haklardan ayırımsız yararlanırlar. Özgürdürler ve evrenin hiçbir yerinde, hiçbir ülke ve toplulukta görülmemiş bir şansa sahiptirler… Erdemli insan da bütün bunların değerini bilendir…


Türkçe konuşarak başladık yaşama… ABECE- ALFABE ile birlikte yürüdük bizi aydınlığa yönlendiren okullarımızın yollarında… Minarelerimizden, müziğimizin güzel nameleri ile göklere uzanan Ezanlarımızı Türkçe dinledik ve iki elimizi açarak Türkçe dua ettik, bizi yaratan Büyük Güce-Tanrıya, kirlenmemiş-tertemiz yüreğimizle ve aydınlık beynimizle... Türkçe söyledik marşlarımızı… Yazılarımızda, dizelerimizde, şarkılarımızda, türkülerimizde, sazımızda-sözümüzde güzel ve duru Türkçe’mizin bahar çiçeklerinin yitimsiz kokuları vardı hep… Çevremizdekilerle Türkçe konuşarak anlaşıyorduk... Bu bizleri onurlandırıyor, mutlu ediyordu… Düşlerimiz ve imgelerimiz de Türkçe idi... Oralarda doğmasak-büyümesek-yaşamasak- görmemiş olsak bile, Dilimizin Ana-Ata topraklarını, Orta Asya doğasının özlemi ile doluyduk her zaman… Bir gün oraları görmek düşlerimizi süslüyordu…           

Cumhuriyetimizin kuruluşundan günümüze kadarki uzun yılları geride bıraktık… Ayırım gözetmeden, her gün yeniden yenicesine yaşamamız için, Vatan Toprağımızı, Ay-Yıldızlı Al Bayrağımızı, Kimliğimizi, Özgürlüğümüzü, Ana-Ata Toprağımızın Dili Türkçemizi bize emanet eden Mustafa Kemal Atatürk, 1928 yılında Kastamonu ilimizde kara tahtanın önünde, elinde beyaz tebeşirden dökülen ABECELİ harfli alfabemizi; “Güzel Dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim uyumlu ve zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir.” Sözleriyle tanıtmıştır tüm dünyaya…


 Türkçemizle ilgili görüşlerini 2 Eylül 1930 tarihinde; “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk Dil, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” tümcelerini Türkçe olarak, el yazısı ve Gazi Mustafa Kemal imzası ile bizlere armağan eden Atamıza ve onu yalnız bırakmayan, başta İsmet İnönü olmak üzere, tüm çalışma arkadaşlarına çok ama çok şey borçlu olduğumuzu biliyoruz...


Atamızın, bu ve buna benzer çağdaş bırakıtlarını koruyan, onları kuşaktan kuşağa taşıma görevini onurla yerine getirmeye söz veren ve sözünü tutan çocukları ve gençlerini dikkatle izlediğine, onlarla gurur duyduğuna inanıyoruz... Kaç yaşında olurlarsa olsunlar, Atamızın ilke ve devrimleri ile yetişmiş Cumhuriyet Öğretmenlerimiz de, yetiştirdikleri çocuklarımız ve gençlerimizin, Ulusal Birliğimiz kadar, Ana-Ata Dilimizi koruyacakları konusunda inançlarını yitirmemeleri, onlar kadar bizleri de yüreklendirecektir… “Güzel ve aydınlık yarınlara” diyoruz, kıvançla, inançla, yitimsiz duygularla, tertemiz yürek ve de gerçek-doğru bilgilerle donanımlı beynimizle… …

17 Temmuz 2014 Perşembe

İNSANLAR VARDIR


Yıldız Tümerdem
İnsanlar Vardır

İnsanlar vardır, düşle karışık sevdalarını doludizgin yaşarlar, aşklarını saman yolundaki yıldızlara gülerek anlatırlar… Ekmeklerine emeklerini, emeklerine sevgilerini ustaca katarlar... Doğru bilgilerini ayırımsız paylaşırlar.. Gündüz güneş olur ışırlar, gece yıldız olur parlarlar… İşte onlar dingin yaşamı yakalarlar, bilgece davranırlar, insanca yaşarlar ve de yaşatırlar… Bu duygu ve düşünce, pek çoğumuzun yaptığı ya da yapmayı düşündüğü yaşam evrenimizin belki de üzerinde durulmadan geçiştirilen, yazıya dökülmeyen bir yaşamsal kesiti değil mi?


İnsanlar vardır, kendilerini Tanrı sanırlar… Kasıldıkça kasılırlar, küçük dağları yarattıklarını sanırlar… Dostluk, arkadaşlık, iyilik, doğruluk sözcükleri yoktur sözlüklerinde… Güzellikleri paylaşmayı bilmezler ve de güzel düşünemezler… “Nalıncı keseri” gibi her şeyi kendilerine yontarlar… Acımasızdırlar… Dost görünüşlerinin altında yatan gerçekleri anlamakta çoğu kez geç kalırız…  Bu ve benzeri insanlar için; “Keşke seni tanımasaydık” deriz kendi kendimize… Kimseye belli etmeyiz bu duygu ve düşüncelerimizi, utandığımız için…Fırlatıp çok uzaklara atmamız gereken pis kokulu, niteliksiz davranışları ve o davranışların yitimsiz kahramanlarını! ayakta alkışlayarak teşekkür mü edelim, bize çevremizi çok daha iyi görmemizde destek oldukları, yol gösterdikleri için? ” sorusunu sorarız kendimize, bazı zamanlarda… Zor da olsa bu soruyu yanıtlamakta ikilem yaşarız…

Kanımca; bu ve benzer soruları sormak kadar yanıtlamak da çok zor, hatta olanaksız gibi…   

Yıllarca sessiz kalan gözlemlerimizin sonucunda yakalayabildiğimiz pis kokulu konuşmalar, dostluktan uzak gerçek olmayan gülümseyişler, sırıtkanlıklar, el etek öpen niteliksiz davranışlar bir gün gelir günlüğümüzden gün ışığına çıkabilir… Tertemiz kalemimiz ve bembeyaz çizgili defterimiz hüzünle titrer bütün bunları aralarında paylaşırken… Tanımladığımız bu insanlarla, bize / topluma yarar yerine zarar veren, kendilerini Tanrı sanan bu insanlarla ilgili düşüncelerimizi yazmamızın gerekli olduğunu da düşünürüz… Bu insanlar, yazılarımız için esin kaynağımız oldukları için, kendilerini “mitolojik kahraman” olarak da görebilirler… Daha da kasılabilirler; “Ben olmasam sen bunları yazabilir miydin” diyerekten…“Onlara bu şansı versek mi?” diye de düşünmekten kendimizi alamadığımız günler/ saatler bile olur…

Zor olsa da böyle düşünmekten kendimizi alamayız, özellikle de haksızlıklarla karşılaştığımızda, kendimize kızgın olduğumuz zamanlarda…


İyi ki ölümsüz yazar RamhaÜçüncü Göz “ yapıtında da anlattığı Üçüncü Gözümüzle/ İç gözümüzle algılayabilmişiz / tanıyabilmişiz çevremizde dolaşan, bizi yönetmeye çalışan, böyle düşünen ve de davrananları… Onların maskelerinin ardındaki gerçek yüzlerini gördükten, kokuşmuş ruhları için her gün sürdükleri insanların dışkılarından hazırlanmış( Suskin’in Koku isimli yapıtı) Fransız parfümleri ile pis kokularını baskılamak için ellerinden ne geliyorsa yaptıklarını gözlemledikten sonra iki gözlerinin bile olmadığını anlayabiliyoruz yazık ki… Onların ve onlara benzeyenlerin, at gözlüğü takmaya bile gereksinimlerinin olamadığını da görüyoruz… Çünkü kördür onlar, toplumsal, evrensel kördürler. İnsanda var olması gereken görme yetisinden yoksun bir körlüktür bu, asla da düzelmez… En becerikli ve de donanımlı göz hekimleri bile yardım edemez onlara… Genlerindeki ikili sarmallı DNA’larının özünde bozukluk var çünkü… Çevre koşulları, bu bozukluğu bir süre baskılar… Çevresindekiler algılayamaz bu körlüğü… Ama bir gün, kırmızı bir koltuğa oturma fırsatını yakaladıklarında, insanları yönetme yetkilerini ellerine geçirdiklerinde, var olan bozuk genleri ateşlenir, körlükleri hiç ama hiç düzelemez… Ellerindeki değneklerle yürümeyi denerler, yürüyemezler, yere çakılırlar…

Evet, yere çakılırlar… Yerden kalkamazlar…

Çıkarcılığın, duyarsızlığın, umarsızlığın kirlettiği kanlarını taşıyan yozlaşmış, bozulmuş temizlikten yoksun kalmış kan damarlarının yeterince besleyemediği bir göz dibi anatomisi ve fizyolojisi olan görme organından başkaca ne bekleyebiliriz ki… Üstüne üstlük beyin ve de kalplerindeki hücreler de benzer şanssızlıkla bozuk yaratılmış olabilir… Çevrelerini, bizler gibi, gerçek aydınlar, dürüst, çağdaş insanlar gibi düşünebilir, algılayabilir, görebilir, duyumsayabilirler mi?
        

Her zaman olduğu gibi bizi var eden Büyük Güce / Yaratana, başımızı beyaz bulutların süslediği masmavi, ucu bucağı görülmeyen okyanusları anımsatan gökyüzüne doğru çevirerek; görmeyi öğrenememiş gözlerle, kirli kanın dolaştığı bir kalp ve kokuşmuş bir beyinle var etmediği için teşekkür etmenin erdemini yakalayarak, sessizce yaşam yolumuzda yürümeyi sürdürüyoruz…Sürdüreceğiz de…